EYLÜL AYINDA OKUDUKLARIM | KİTAP 2



1. Martin Eden - Jack London



Sayfa Sayısı520
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları



 Bu kitabı bu ay elime almak konusunda kesin kararlarım olmasa da, belirli bir olay sonucunda okumaya başlamıştım. Ablam bu kitabı aldığı zaman bir hafta içerisinde başlamış, kısa sürede bitirerek evdeki herkese tavsiye etmişti. 

  Kitabın yazarı Jack London'ın, kendi hayatının belli bir kısmını bu klasiğe aktarmış olması ayrı bir çekicilik kazandırıyor. Bu kitabın geçmiş ve günümüzü birleştirmeyi başaran klasikler arasında olduğunu, hak ettiği ilgiyi görmediğine inanıyorum.



 Arka Kapak Yazısı: 

  Jack London'ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, 20. yüzyıl başında sosyal ve ideolojik meseleler ağırlıklı içeriğiyle Amerikan edebiyatında büyük ölçüde kabul görmüştür. London farklı sınıflar arasındaki zihniyet ve değer farklarını gözlerimizin önüne sererken, statü ve servetin Amerikan toplumundaki hayati önemine işaret eder. 

  Romanın ana temalarından biri, başarı ve refah yolunun sosyal sınıf farkı gözetilmeksizin herkese açık olduğu şeklinde özetlenebilecek Amerikan Rüyası'dır. Ya da bu idealin yarattığı muazzam hayal kırıklığı… 

London, romanı bir sanatçının çıraklıktan olgunluğa geçiş sürecini işleyen Künstlerroman geleneğinde yazmıştır. Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. 

  Kahramanı hedefine ulaştığında ise motivasyonunu ve heyecanını çoktan yitirmiş, trajik bir sona doğru sürüklenmektedir artık…
  

 Spoiler İçerikli Yorum: 

  Roman boyunca tırnaklarını kazıyarak tırmandığı, insanların kör perdeleri ardına gizlendiği günlerde kimsenin ona yol gösterecek ışığı açmadığı ve yalın ayak yürüdğü yolda onu taşıyacak bir ayakkabı bile geçirmekten aciz olmaları beni en çok etkileyen sahnelerden biriydi.

  Martin Eden'in, aşık olduğu kadının karşısında durabilmesi için Ruth'un dile getirdiği sözleri ilahi bir emir olarak algılamasına rağmen onun, bütün bunlarla yetinmeyerek parmaklarını doladığı iplerle yeni kuklasını yönetmeye çalışması ağzından çıkan her kelimeyi kaşlarımı çatarak okumama neden oldu.

  Ruth, insanların zevklerini tatmin edeceği bir kukla oyununu yönettiğini düşünürken aslında diktiği kumaşın boynunu, iplikleri sökecek güçle sıktığını fark edemedi.


  Sayfa 446: 

  "Tanrım! Halbuki o sırada ben açlıktan geberiyor ve giysi diye üzerime paçavralar geçiriyordum diye düşündü. Neden o zaman davet etmediniz yemeğe? Tam zamanıydı oysa. O hikayeler o zaman yazılmıştı. O işlerim sayesinde bana şimdi yemek yediriyorsunuz; neden ihtiyacım olduğunda yedirmediniz?"


  Romanın son kısımlarında, yatağa uzandığında düşüncelere daldığı anlarda bir sonraki adımının nereye gittiğini tahmin etmiş olmam, satırları takip eden gözlerimin olduğundan hızlı hareket etmesini sağladı.

  Gece gökyüzüne dokunup geçen dalgalara bedenini teslim ettiğinde, son verdiği yalnız nefesi değildi ve bu sahnede büyüyen düşüncelerim London'un yazdığı noktayla kayıplara karışacak. 

  Martin Eden, gelecek zaman içerisinde edindiğim deneyimlerle yeniden ziyaret etmek istediğim bir kitap oldu kesinlikle.




2. Bilinmeyen Adanın Öyküsü - José Saramago



Sayfa Sayısı: 64
Yayınevi: Kırmızı Kedi 


  Arka Kapak Yazısı:

  “Bir adam kralın kapısını çalmış ve ona demiş ki, Bana bir tekne ver.”

  Bilinmeyen adaların kalmadığına inanılan bir dönemde bilinmeyen ada arama cesaretine sahip bir adamla böyle bir cesareti görüp hayatını değiştirebileceğine inanan bir kadının büyük usta Saramago’nun eşsiz anlatısında edebiyat tarihine geçen yolculukları böyle başlar. 

  Emrah İmre’nin Portekizceden çevirisi ve Birol Bayram’ın desenleriyle okurun minör başyapıtlarından olacaktır Bilinmeyen Adanın Öyküsü.

  “...ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum, Bilmiyor musun ki, Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin...”

  Saramago görünüşte sade bir öyküyü basit bir dille ve masum karakterlerle aktarıyor; okurlar, hayalperestler ve âşıklar psikolojik, romantik ve toplumsal altmetinleri fark edecektir.


  Spoiler İçerikli Yorum:

    Kitap hakkında bu kısımda anlatmak istediğim fazla bir şey bulamıyorum. Kısa bir kurgu olmasına rağmen, anlatmak istediği konuyu uyku öncesi bir hikaye gibi dile getiren Saramago'nun dilinin öyküye çok uygun olduğunu düşünüyorum.

  Kitabın içerisinde, hatlar çok belirgin olmamakla birlikte çizimler de vardı. Elinize aldığınızda 10-30 dakika içinde bitirebileceğiniz kadar kısa bir kitap ama Saramago'nun üslubunu görmek istiyorsanız özellikle tavsiye ederim.

  Bu sene içerisinde Kabil isimli kitabından 30 küsür sayfa okulda okumuş, sonrasında okumak istediğim öncelikli bir kitaba dalıp unutmuştum. Olaylara bakış açısıyla harmanlandığında, dilini çok sevdiğim yazarlar arasında.



3. National Geographic - Aralık, 2016 Sayısı


  Her ay çıkan sayısını düzenli takip ettiğim bir dergi National Geographic. Arada sırada Kafkaokur veya Bilim Teknik gibi dergileri takip etsem de, sonunda hep alma isteğini yitiriyorum.

  Gerek konuları gerek iç düzeniyle okumaktan keyif aldığım bir dergi. Sonuncu 2016 sayısını bitirerek bu senenin okumadığım sayılarına başlamış bulunuyorum. 2017 bitmeden önce tüm sayıları güncele çekmek gibi bir planım var, artık sene sonu hedeflerim listeme girdi.



4. Empire of Storms - Sarah J. Maas


Sayfa Sayısı: 704
Yayınevi: Bloomsbury


  Resmi olarak, serinin bitmesine bir kitap kalmış olmasının stresine girmiş durumdayım. 

  Geçen ay Cam Şato serisinin ilk kitabını elime alıp gözden geçirdiğimde, bu serinin neden bu kadar ilgi çekmiş olabileceğini yeniden düşünmeye başladım. Sarah J. Maas'in diğer bir serisi olan Güller ve Dikenler Sarayı'nın kitaplarını okuduğumdan beri çok seviyordum; böylece Cam Şato'ya devam etme kararı aldım.

  İlk kitabı hatırlasam da, karakterlerin belli özelliklerini unutmuşum gibi hissettiğimden açıp sahneleri hatırladığım yerleri açarak bir saat için tekrar okudum. Kitapların üçüncüsünden sonra Dex Yayınları tarafından henüz çevrilmemiş olduğunu bildiğimden, orjinal hallerinde okumaya karar vermiştim. 

  İngilizce versiyonlarını indirdikten sonra, ikinci kitap olan Crown of Midnight (Karanlık Taç)'a başladım. Olaylar bu kitaptan sonra adım adım yükselerek gelişti ve seriyle olan bağlantım bu zaman içerisinde gelişti. 

  Empire of Storms'u aslında biraz geciktirmek istemiştim ama 17.09.2017 Saat: 00.28'de kendimi tutamayarak başlamışım. Elimde, A Darker Shade of Magic vardı ama sıkıcı geldiğinde son 50 sayfa kala yarıda bıraktım; bu ay bitirirm büyük ihtimalle.


  Spoiler İçerikli Yorum: 

  Karakterler bu kitapta, başlangıç noktasında olduklarından daha fazla güçlendiler. Bir önceki kitapta: Dorian, Adarlan'ın kralı olan babasının ölümüne yardım etmiş; Aelin Terassen'in kraliçesi olarak soyunu kabullenmiş; Rowan duygularıyla olan savaşında ilerlemiş; Lysandra özgürlüğüne kavuşarak dostuna yardım etmek için onlarla yola çıkmış; Aedion, kuzeni Aelin'i bulmanın üzerine kraliçesinin savaşçısı haline gelmişti.

  Lorcan bu kitapta, kraliçesini bulmak için Manon'un yönlendirdiği Elide ile karşılaşarak yolculuğunda ona eşlik etmeye başladı. İlk bölümde, Elide ormandayken Lorcan'ın onun peşine dolandığı sahne vardı; henüz oradayken ikisi arasında gelişecek ilişkinin bir görüntüsü aklıma takılmıştı. 

  Elide ve Lorcan gösteri yapan bir grup insanla hareket ederken geçirdikleri sahneler çok hoşuma gitti. Elide'in her seferinde Lorcan'a ağzının payını vermesi, onun daha önce karşılaşmadığı bir etkiyle sarsılmasına neden oluyordu. 

  Günler ilerledikçe, ikisi birbirinin hedefini öğrenerek aralarında oluşmaya başlayan bağın adımlarını attılar.

  Rowan ve Lorcan'ın birlikte olduğu bir sahnede geçen satırları okumak isteyenler için çevireceğim, fazlasıyla sırıttığım bir andı (Elide ve Lorcan hakkında). İtalık olan cümleyi Aelin söylüyor ve üçüncü kişi olsa da, Rowan'ın açısından yazılmış.

  "Benim yaşamak istememe neden oluyorsun, Rowan.
   Elide Lochan'ın da bir şekilde, Lorcan'ın aynı şeyi yapmak istemesine neden oldup olmadığını merak etti. 
   Lorcan'a, "Ve senin görevine ne demeli?" dedi.
   Lorcan'ın granit ile yontulmuş hatlarındaki yumuşaklık parçası silindi. "Bu boktan yerde olmanın nedeni niye söylemiyorsun, ondan sonra benim planlarımı konuşuruz."
  "Aelin sana ne söyleneceğine karar verebilir."
  "Ne iyi bir köpek."
  Rowan ona uyuşuk bir gülümsemeyle karşılık verdi ama artık Lorcan'ın tasmasını tutan zarif, koyu saçlı genç kadın hakkında bir yorum yapmadı.


  Aelin krallığını tekrar canlandırmak için bir orduya, insanlara, paraya ve birçok şeye ihtiyaç duyduğunu bilerek bu konuda bir şeyler verebilecek kişilere, takımıyla birlikte görüşmeye gitti. Onun geldiği soyu bilerek yalnızca tahtın varisi olarak kalmasına, deneyimsiz hatta suikastçi olan bir prensesin kraliçe olmasını reddedenler kadar onaylayanlar da vardı. 

  Aelin kendisine destek olmak isteyen dostlarını ve ailesinin varlığının farkında olsa da, ilerleyen sayfalarda yavaş yavaş açılan katmanlarda sakladığı planları ortaya çıktı. 


(Aelin'in planlarından biri işe yaradığında:
Oh, hayattayım. Mükemmel. Bunu yaptığım zamanlara bayılıyorum.)


  Manon'un bu kitapta ulaştığı duygusal nokta da, açıkçası en sevdiğim bölümler oldu. Manon ve On Üç'ün cadıların kalıplaşmış caniliğinden uzaklaşarak kendi yollarını kurma çabaları, tek kelimeyle harikaydı. Manon'un büyükannesiyle savaşırken, "İşte bu!" diyerek kitaptan birkaç saniye uzaklaşmıştım.

  Manon bu savaş sırasında, büyükannesi tarafından Crochan'ların son varisi olduğunu ve yarı kız kardeşini öldürdüğünü; büyükannesinin de anne ve babasını öldürdüğünü öğreniyor. 

  Manon'un önceki kitapta Dorian ile tanışması ve aralarında oluşan gerilim, Dorian'ın Aelin ile olan geçmişinden uzaklaşmasına yardım ettiğini düşünüyorum. Çünkü ilk kitaplarda, Dorian ile ikisi arasında romantik açıdan bir belirsizlik vardı. 


(Soldaki Dorian, sağ taraftaki Manon. Çizen kişiyi bulamadım.)

  İlk kitaplarda Aelin'in sonunda Dorian'la birlikte olmayacağını bilerek, onu fazla sevmek istemesem de bu kitap serisindeki ana karakterlerden hoşlanmamak zor oluyor.

  Lysandra'nın yolculukları sırasında, kendi değişim güçlerini geliştirmesi ve herkesle birlikte güçlenmesini izlemek de çok güzeldi. Duvardaki yazıtlara bakarak, varlığı efsane olan deniz ejderlerine dönüşerek onların özelliklerini geliştirmiş ve Maeve'in geldiği savaşta karşı tarafa birçok zarar vermişti.

  Değişimden sonra güçten düştüğünde sahile çıkmış ve Aedion onu güvenli bir yere götürmüştü. İkisinin savaşlardan önce veya yalnız kaldıklarında olan konuşmaları, gelecekte güvenli bir şekilde birlikte olabilmelerini dilememe neden oluyor.


(Sarı saçlı adam Aedion ve taşıdığı kişi de Lysandra. 
Çizeni bulamadım, yukarıdaki görseli yapan kişiyle 
aynı olduğunu düşünüyorum.)


  Aedion'un yıllarca tanımadığı babası Gavriel'in gelişiyle ikisinin henüz ilerlememiş olan aile bağlarını da gelecek kitapta daha detaylı görmek istiyorum. İkisi de bu duruma alışmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

  Rowan, savaş gemilerinin geldiğini öğrendiğinde kuzenlerinin gemilerini gidip onlardan, Aelin ve sarayının tarafında yer alması için dizlerini çöküşü de aklımda kalan önemli sahnelerden biriydi.

  Aelin, Maeve ile olan savaştan önce birçok şeyi ayarlamasından -yoksa yazı daha da uzayacak- bahsetmeyeceğim. Yalnızca bu yaptıklarını gördüklerinde herkesin tepkisi duygusal anlar yaşanmasına neden oldu.

  Aedion'un, Aelin'den sürekli bir ordu isterken önce cadı topraklarına egemen bir kadın ve savaşçılarını daha sonra Maeve gittiğinde gelen sayısızca savaşçıyla ona yaptığı haksızlığı fark etmesi not aldığım yerlerden biriydi.

  Özellikle Lorcan'ın, Maeve'e Aelin'in nerede olduğunu bildirdiğinin farkında olarak adımlarını atan Aelin'in yaptıkları üzücüydü. Lorcan'ın, Maeve Aelin'i neredeyse öldürecek kadar işkence yaparken ardından pişman olduğunda ise her şey çok geçti.

  Elide ise kraliçesini yeni bulmuşken onu kurtarmak için işkence çekerken, Lorcan yüzünden kaybetmesi de birçok şeyi değiştirdi. 

  Wyrd taşları ele geçirdiğini düşünen Maeve, Aelin'i bir tabuta kapatarak götürse de aslında taşları Manon'a vermişti. 

  Geride kalanlardan Manon ve Dorian, cadı topraklarına giderek orayı yeniden ayaklandırmaya; Rowan ve Lorcan, Aelin'i kurtarmaya; Aedion ve Lysandra -Aelin kılığında- ise sarayı yeniden canlandırmaya gidişi bir sonraki kitabı heyecanla beklememe neden oluyor.

  Fantastik bir dünyayı yazmanın kolay bir şey olduğuna inanmıyorum, dolayısıyla okuduğum seriler arasında yeni bir evreni aralayan benim için iki özel yazardan biri olan Sarah J. Maas ile bir gün karşılaşmayı umuyorum.





Eylül'de okuduklarım hakkındaki yorumlarım, Ekim'in ortasında geldiği için bekelyenlerden özür diliyorum. Zamanımı değerlendirme konusunda fazlasıyla çabaladım. Ayıracak vakit bulduğumda blog gönderilerini yazmayı ihmal etmemeye çalışacağım.

Okuduğunuz için teşekkür ediyorum, hepinize iyi hafta sonları.




Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.